from Vol. #8, Issue 2: Summer 2017
Ay ve Su
by Ayla Kutlu
Merhaba!.. Yerasim doktorlarla konuşuyor senin için. Beklememi o istedi. Hatırladın mı beni? İskenderunluyum ben. Seninle aynı sınıfta okuduk bir süre. Okulu, hatta ders yılını bitirmeden ayrıldın. Kayınbiraderin Yerasim'in yakın arkadaşı olduğumu unuttuğunu san mam. Kocan Hristo büyüktü bizden. On sekiz, on dokuz yaşlarında, çalışan, ev geçindiren bir erkek koca adam sayılırdı. Onlar bizim gibi oğlanlara yüz vermezdi.
Bayramlarımız birbirine karışır, katışırdı. Oradan ayrılana kadar sürdü bu birliktelik. Artık her yerde insanlar koptu birbirinden. Bayramların ve sevinçli günlerin paylaşılması unutuldu. Özümleme diye bir sözcük attılar ortaya. Bir edimin zorla kabul ettirilmesiydi özümleme. İnsan olmak nedeniyle istediğin bütünleşme dileğini elinin tersiyle ve bir kalemde iten bir sözcüğe dönüştü sonradan. Özümlemeden tiksiniyorum. Beni yaşam sevincinden ve özlediğim dostluklardan ırağa attı.
Seninle bir gün bir odada ve ikimizin kalacağını söyleseler, inanmazdım. Ne var ki, bu koşullarda bunu kimse istemez.
Su ister misin? Pencereyi açayım mı? Konuşamadığını biliyorum. Gözlerinin dilini anlamıyorum. Çok yılllar girdi aramıza. Paylaşmadığımız şeyler günler geçtikçearttı. Hiç mi kımıldamıyor kolların, bacakların?
Çok şişmanlamışsın. Yerasim, hastalıktan dedi, onu çok değişmiş bulacaksın dedi ama, yine de.
Seni görmek yıllar öncesine götürdü beni Mahalle mizin kızıydın. Ağabeyim sana aşıktı. Büyük, harap bir evde babanla oturuyordunuz. Yerasim ile Hristo daha ortalıklarda yoktu.
Araları, özeli ırmak çamuruyla doldurulmuş, yuvarlak taşlarla örülü, çoğu yeri artık yıkilmış duvarla çevriliydi eviniz. Dar bir çıkmaz sokaktaydı. Bahçenin sonundaki evin duvar dibinde japongülü ağaçları vardı. Ben küçüktüm, ağaçlar büyüktü. Ben büyüdüm, ama ağaçlar küçülmedi. Bir daha o kadar gelişmiş japongülü ağacı görmedim, inan. Oysa görmediğim tek yer Çinhindi'ydi dünyada. Sizin gülleriniz başkaydı.
Sokağı gören tek pencere senin odanın penceresiydi. Bahçe kapısından eve kadar soğan, patlıcan, domates, nane, tere, turp dikiliydi. Sebzelerin arasında öbekerle şebboylar, kuskuslar açardı. Onların tohumlarını avuç avuç saçan sendin. Mor patlıcanların, kırmızı domateslerin arasında, sarı ve foşa şebboylarla, siklamen ağızlı pembe kuskuslar fışkırır, çiçekler, sebzeleri silip süpürürdü.
Yıllarca, gençliğimin düşleriyle orta yaşımın kazancı arasındaki farklılığı, çiçeklerle sebzelerin savaşı olarak gördüm ben. Hep o çiçekleri özledim.
Japongülleri, her sabah binlerce çiçekle ala boyanırdı. Dil büyüklüğünde beş yapraktan oluşan tomurcuklar hızla açar, akşamları aynı hızla kapanır, bir sonraki gün yeni bir al dalgası ağacı sarar, üç gün içinde solan çiçekler ağaç altındaki toprağa kızılımsı bir ölüm damgası basardı.
Soluk soluğa kalırdım.
Akşamları, yemekten sonra ağabeyimin işaretiyle kalkar, ellerimizi ceplerimize sokarak büyümüş erkek edasına bürünür, evden çıkardık. Deniz kıyısına gittiğimizi sanmasını isterdik ev halkının. Caddeye çıkardık.
O yüzden yol uzardı. Olsun.
Döner, kapımızın önünden eğilerek ve yakalanma korkusuyla geçerdik. Başka serüven yoktu ki yaşamımız da.
Lambayı görürdük önce. Senin odandaydı. Baban, arka odada idare kandilinin titrek, karanlığı kovmayan, yalnızca karşısına çıkan ışığında içerdi şarabını. Sen, köşedeki ikonanın önüne diz çökmüş olurdun. Başın hafifçe kalkmış olurdu. Bağışlanmasını dilediğin ne günahınolabilirdi ki?
Lamba seni saydamlaştırırdı. Açıp fırçaladığın saçla rını belinin hemen altında yitirirdik. Daha aşağılara akıyordu, topuklarını sarıp iki yana açılıyordu, yerlerde sürünüyordu. Bilirdik.
Gecenin, başkalarının duyamayacağı müziği çevre mizi kuşatırdı. Kendi soluklarımızı duymazdık da senin soluklarını duyduğumuzdan kuşkumuz olmazdı. Babanın içkiden vazgeçmesi için dua ettiğini düşünürdük. Bir kara ırmak gibi akan saçların ve başın eğik olduğu için ışığı sürekli saklı duran gözlerin ağabeyimi gecelerce uykusuz bırakırdı. Yağmurlu günlerdi. Puslu ve ıslak bir sonbahardan farksız kışları yaşardı kent. Evinizin önünde sokak çukurlaşırdı. Yağmur o çukura birikir duvar diplerinde incecik çizgiler kuru kalirdı. Ay hilal ya da dolun, suya vururdu. Dalgalandırmak istemezdik, suya usulca dalardık. Bileklerimize kadar ıslanırdık, ama ayın sudaki görüntüsünü bozmazdık. Adımlarımızın oluşturduğu salıntıyla suyun yüzeyi kırışırdı. Ay altındı, su gümüş. Karıştırırdık onları ve yalnızca bu karışımın inanılmaz güzelliğini gözlerimizle görürdük. Bütün sesler yiterdioan. Senden alırdık gözlerimizi, kırışan suyun içinde dalgalanan altın ayın gökyüzünde bir karanlıkta yerini almasını beklerdik, Bir adım daha atınca çıkardık gümüş sudan. Geri döner, yine suya dalar ve ancak birkaç adım sonra ayaklarımızın üşüdüğünü fark ederdik.
Kış ortasında yağmurlar süreklilik kazanırdı. Çukurları doldurmakla kalmaz, bütün sokakları bir parmakla bir karış arasında su kaplardı. Kanal gibiydi sokaklar. Tahta parçaları yüzerdi en çok. Şekerkamışı kabukları ve harnuplar. Tahta parçalarının renkleri koyulaşır, yanlan köpüklenirdi. Dar kaldırımların bir çıkıntısına takılır, beklerlerdi. Zaman geçerdi, sokaklar kuruduğunda, çürümüş olan parçacıklardan kurtlar dökülür, kumların arasına sokulup hemen yiterlerdi.
Niçin gözlerini açıyorsun? Bir şey mi istiyorsun? Yoksa sıkıldın mı? Hiçbir organının varlığını duymuyor musun? Bir yerini kaşısam? Gıdıklasam? Ellerin ne kadar yıpranmış? Su, kötü sabun, zifir, soğuk çatlağı vardı ellerinde. Onları görmek istemezdim. Yaşamın değişmemiş demek.
Havalar serinlemeye başladığında baban leblebişekeri yapma mevsiminin geldiğini bilirdi. Yemeği evlerimizde yemiş, okul yoluna düşmüş olurduk. Sabahtan beri önünde ter döktüğü sac leblebi kazanının kapağı açılınca, biraz ıslak, biraz sıcak leblebişekerleri yarı saydam bir beyazlıkla Tanrısal armağan bolluğuyla dökülürdü.
El yakmazlardı. Ceplerimize koyduktan kısa süre sonra bacaklarımızın üstünde bir sıcaklık oluşurdu. Bu sıcak, varla yok arasında karanfil kokusuyla çeşnilenmiş tat hızla buharlaşırdı ağızda. Okulun sıkıntısı savrulurdu ipince yağmurlara karışıp.
Dört mevsim yoktu orada. Öyle yoğun, yaygındı ki yeşilliği, zamanın geçmediğini sanırdı insan. Günden geceye, yazdan kışa dönülürdü. Boylar uzar, sınıflar değişir, sesler kalınlaşır, bilinmedik duygu ve istekler yaban tayları gibi içimizin ovalarında koşmaya başlardı.
Leblebiyi hazırlarken yorulan baban bitişik bakkalda üç beş bardak şarap içmeye durduğunda, sen hepimizden geç, çoğu kez öğretmen sınıfa girdikten sonra gelirdin. Burnunun üstü ve şakaklarında kıvrılan zülüferin terlerdi. Gözlerin iri, uzun kirpikli ve utangaç bakışlıydı. Saçlarını sıkı sıkı örerdin, yine de tutam tutam bukleler taşardı kulaklarının üstünden; ensenden. Onları biçimsizce keserdin. Bela gözüyle baktığın belliydi.
Göğüslerinin büyümesini, gövdenin biçimlenmesini, dudaklarının dolgunlaşmasını baban istemezdi. Gelişmen s ni yitireceği anlamına geliyordu.
Yerasim telefonda söyledi:
"Yengemle geliyorum. Balıklı Rum Hastanesinde bul beni. Mutlaka gel." dedi. Yengem dediğinin sen olabileceğin aklımın ucundan geçmedi. Felç gövdene burada yayılmış öyle mi? Ne oldu? Konuşamadığını biliyorum. Sen hiç konuşmadın zaten. Çok gerekirse, en az sözcükle en az şeyi anlatmayı yeğlerdin.
Yerasim bir an yalnız kalmanı istemiyor. Kocan bu akşam geliyormuş. Biliyorsundur.
Baban dükkanın arkalarından bir yerden çıktığında oradaydım. Paralarımız ellerimizde senin ölçüye, tartıya aldırmadan bonkörce şeker vermeni bekliyorduk. İçkisine, öfkenin yok edici buharı karışmıştı. Seni kıyasıya, acıma bilmeden dövdü. Hiçbirimize bir şey söylemedi, yine de korkuyla, çil yavrusu gibi kaçıştık. O öğleden sonra okula gelmedin.
Bir daha hiç gelmedin. Leblebişekerlerini basin önünde sattın. Paramızın karşılığı ne kadarsa, o kadar vererek. Kimseyle konuşmadın.
Bahar geldi, yaza döndü. Bahçemizdeki gülibrişim ağacı açınca, yere yönelen pembe sarmallarını senin başına kurdele olarak taktığını düşledi ağabeyim. Her sabah yenilerini takıyordu. Coşkusu ve düşü önceleri bana gülünç geldi. Kısa sürede alıştım: Karanlık dükkanda müşteri yokken, hasır iskemleye ellerini dizlerinin üstüne serip oturduğunda dalgalarla aşağılara inen saçlarının üstünde, kıvrık, pembe gülibrişim dallarını gördüm.
Ağabeyim haklıydı. Sevi her zaman haklıydı. Güzelliği yakalayınca onunla birlikte yaşamak kadar sevinçli şey yoktur.
Evden çıkıp caddeye yöneldiğimizde ağabeyim, köşedeki lambanın altında durur, başını kaldırıp ışığa bakardı. Ona göre ölgün sarı ışık yüzünün rengindeydi. Doğruydu. Daha sonraları lambanın altına geldiğimizde başımızı birlikte kaldırırdık. Ağabeyim sana sevdalanmama izin verdi.
O assubay okuluna gitti. Çocukluk aşkını kısa sürede unuttu. Ben unutmadım.
Okula gelmiyordun. Ağabeyim uzaktaydı. Baban küçük bir oğlan aldı çırak olarak. Çocuk işi öğrenince sen eve kapandın. Bütün büyüler bozuldu. Japongülleri evinizin önünü kıpkızıla boyuyordu. Sen, karanlık dükkanın, karanlık sokak kıvrımlarının ışığı değildin artık. Seni kimselerle konuşamamak yüzünden boğuluyordum. Ay suyun üstüne düşüyordu. Ben yalnız başıma ve hoyratça suya giriyordum. Ayı titreştiriyor, üzüyordum. Suyun içinden geçip, ayın yeniden yerine yerleşmesini beklemeden bahçe kapınızın önünde duruyordum. Seni göremiyordum. Evin ön bülümünü Yerasim'lere kiraya vermiştiniz. Bilmiyorum, Yerasim'le belki o yüzden arkadaş olmak istemişimdir. Nedeni ne olursa olsun, sonucu iyi oldu.
Yerasim'le şeylerimizin bile boyunu ölçtük biz. Onun şeyinin kabuğu duruyordu. Ben güldüm. Çocukluktu. O da çocuksu bir eziklik duydu. O yüzden bir daha ölçüşmedik. Babaannem doğuştan sünnetli ve Müslüman doğan gavurlar olduğunu söylerdi. Bunu ona anlatmak içimden hep geçmiştir. Sonra unuttum.
Gülebilsen, gülerdin.
Yerasim'in anası. Maro'ydu adı, değil mi? Kaynanan. Sıcak zeytinyağlı yemekler yapardı. Nohutlu, bol naneli, biber domates dolmaları, midyeli pilav, adını bilmediğim bir sürü ottan bir daha yiyemediğim güzel salatalar. Yemez, yutardık.
Geceleri ellerim ceplerimde, tek başıma içinde ay yüzen suya girerdim yine. Seni göremeyeceğimi bilmek engellemezdi beni.
Sen o'sun Hristo'nun gencecik karısı.
Zaman, kentten ayrılınca yürümeye başladı. Büyüdüm. Sen o kentte ve o yaşta sanırım on yedi yaşındakaldın benim için.
Mutlu oldun mu, çocuğun var mı? Hiç kımıldayamıyorsan gözlerini aç kapa. Ooo. Dört çocuk mu? Senin tek çocuk doğuracak nazlılardan olacağını sanmışım. Yoksul bir leblebici kızı, nasıl nazlı bir kadın olabilir, düşünmemişim.
Seni kilisede gördüğüm gece önemli bir gecedir. Sabahı sabah etmiş, bütün bir gün konuşmamıştım. Noel ayininden sonra Yerasim'le yeni evlenen bir garsonun yatak odasını seyretmeye gidecektik. Çok bekledim kilisenin dışında. Giren çıkmıyordu. Dinimi yitirmekten korkarak içeri girdim. Cilalı tahta sıralarda oturanlar arasında aradım seni. Yerasim'i değil, seni. Ayaktaydınız. Duvara yaslanmıştın sen. Başına kapkara bir dantel örtü atmıştın. Yüzün açık sarıydı. Yaz güneşi kuru otlara vurduğunda onları sedefe çevirir ya, o renkti. Yerasim sıkıntıdan patlıyordu.
Sevinin aşka dönüşmüş olduğunu o kara örtüyle çerçeveli sedef yüzü gördüğümde anladım. Yerasim'le çıktık. Serin hava Yerasim'in terini soğuttu. Benim gerçeğimi hafifleteceğini umuyordum havanın. Oysa yüreğimi ağrıtıyordu. Artık canım her gece karısını çırçıplak soyup döven, sonra sevişen öfkeli garsonu seyretmek istemiyordu. Seni düşünmeliydim. Kendimi çok suçlu saydığımdan Yerasim'in yüzüne bakamıyordum.
Çok uzun sürdü Yerasim'in doktorla konuşması.
Bomboş sanki hastane. Yerasim belki de ilaçlarını almak için dışarı çıktı. Niye öyle bakıyorsun, gözlerin faltaşı gibi açık? Gözlerin yeşil senin. Kara değil miydi?
Başkası mısın yoksa? Gülümsemediri, aşinalık göstermedin anlattıklarıma. Hoş bir aşk öyküsü dinleyen küçücük bir kız gibi baktın durdun. Gözlerinin rengini yanlış hatırlıyor olabilirim.
İzninle dokunacağım sana. Şu ana kadar hiç dokunmadım. Ellerim titriyor. Heyecanlıyım. Gözlerini kapatmalı. Hah şöyle. Ellerin göğsünün üstünde kavuşmalı.
Seni süsleyecekler.
Ne denir böyle bir durumda? Hoşça kal.
Haziran 1990
>> return to the English translation of this text
>> back to issue index |